nalan yırtmaç
Uzay-zamanda bir alan; sonsuz uzam olasılıkları içinde türeyen fiziksel düzlemler; duyumsadığımız sınırlanmış boşluklar… Mekân üzerine düşünmek genişleyebilecek içeriklerle yüzleşmeyi gerektiriyor. Bu nedenle mekân kavramını çerçeveleyecek “yer” tanımının imtiyazlı özellikleri de yaklaşıma belli bir odak kazandırabilir. Daha özelleşecek bir konumdan bakarak, bizi çevreleyen dünyanın deneyim barındıran mekanlarına odaklanabiliriz. Kabuk, barınak: ev. Bunlar bir evin mahremini içeren duvarlardan veya yukarıyla aşağıyı buluşturan bir üst katın varlığını -çatıya mı yaklaşıyoruz- vaat eden merdivenlerden oluşabilir. İçeriden dışarıya yönelen pencerelerin sunduğu manzara ise görsel bir seyir sunar, öte yandan duvarları yeniden bize hatırlatır; duvarlar, izole olduğumuz bir dışarısı gerçeği, içerinin yer çözümlemesini yeniden anlamlandırır. Kamusala açılan balkonlar ise içerinin korunaklı ortamının da bir parçası olarak, dışarıyla kurulan ilişkide temkinli fakat etkiye açık bir deneyim sunar. Balkon başka evlerin, sokağın ve mahallenin bütüncül algılanmasına perspektifinin izin verdiği ölçüde olanak tanır ve iletişim yolu açar. Mekânı içerisi ve dışarısı olarak ayıran sınırlar, ev kadar otobiyografik göndermeler taşımayan alanlarda başka tahayyüllerin aracısı haline gelir. Zamanını orda geçirme mecburiyeti içindeki bir gözlemci, gündelik hayat ile mekânsal deneyimin kesişim noktalarını imgelemiyle aktarabilir. Buradaki mekân, toplumun yapısına ve yönetimsel araçların yansıması olabilecek işaretlere sahip olduğu gibi, son derece bireysel bir bakışın yaratıcı imkanlarına da açık bir kaynağa dönüşür.Mekansal sınırlamalar, fiziki düz anlamı dışında koruma duygusu gibi kapatılma korkusunu da hatırlatır. Otoriteyle kurulan ilişkinin (bu ilişki bir iç ses ya da kitleleri etkileyen dış ses de olabilir) buyurgan ve cezalandırıcı etkisi mekanı çıkışsız kılar ya da koşullu ve kontrollü giriş çıkışların olduğu bir düzeni dayatır. Betimlenen yer bir hapishane ya da hastane değil, aksine doğrudan anlaşılmayacak şekilde gündelik hayatımızın içine sızan sıkıntı mekanlarıdır. Bu durum yalnızca içeri ve dışarı ile ilgili bedenin eylemselliğini kapsamaz. Anlamlandırma arayışındaki duygu ve düşünce dünyamızda da yankılanır. Mekân duyusallıkla deneyimlenirken sıkışmışlık içindeki zihin ve beden, nesneler dünyası içinde yeni ilişkiler kurarak yüzeylerin, formların ve dokuların kullanım amacı dışındaki varoluşsal olanaklarıyla ilgilenebilir. Öte yandan kamusala açılma, içinde yaşadığımız yerin çevresel düzenini görmemizi sağlar. Bir kentin yıllar içindeki değişimi ve dönüşümü, bedenlerin yerle kurduğu ilişki akla gelen ilk karşılaşmalar olabilir. Dışarısı, kent mekânı olarak, yerin (mahalle, coğrafya, yurt), yer değişikliğinin ve yerinden edilmişliğin göstergeleriyle örülüdür. Aynı zamanda dışarısı, orada yaşayan paydaşların eylemlilik içinde olduğu toplumsal ve politik bir alandır da. Otoritenin ve özgürlük duygusunun çatışmacı işaretleri yine kamusalda açığa çıkar. Ara alanları içeri ve dışarıyla ilişkili iletişim imkânı tanıyan yerler olarak düşünürsek, bir sokağı veya avluyu paylaşanların kesiştiği noktalar ya da eşikler farklı diyalog yollarının habercisi olur. Komşuluk, bu durumda bireysel veya lokal olanın paylaşıldığı bir girişim olarak görülebilir. Tekil ve çoğul deneyimi buluşturan bu mekanların kamusal alanla kesişim noktası, dışarıya açılan bir iletişim olanağı üzerine durmamızı sağlar.
Ezgi Yakın İzmir- 2021
''Yürüyen günler, fırtınalı zamanlar Uruguaylı yazar, gazeteci Eduardo Galeano aslında ressam olmak istermiş. “Otoportesini” yazmaya, gözlerini kapatıp “göremediği” hiçbir duyguyu, fikri anlatamadığından başlamıştı. Edebiyat külliyatını özetler gibi “Sanırım ben çizerek yazıyorum” diyordu. Bunu, tevazuyla kafi bulmadığı resim kabiliyetine bağlasa da, onu biricik kılan yazı evreni belki biraz da bu sayede biçimlenmişti.Kurmacayla hakikat, masalla ansiklopedi maddesi, şiirle gazete haberi, yazıyla resim arasında gezinen bu kalemle mümkün olmuştu nevi şahsına münhasır tarih yazıcılığı. Düzenin adaletsizliğini, eşitsizliğini, hayatın çirkefini lafını esirgemeden haykırırken, aynı anda insanları, hayatı sevmeye ve değiştirmeye dair böylesine inanç verebilmesinin sihri buydu belki de. Galeano, çizerek yazdıklarıyla okuyanı koca insanlık tarihinin içine oturtuyor, bunun manasını ve mesuliyetini kavramanın coşkusuyla baş başa bırakıyordu.“Ve günler yürümeye başladı.Ve onlar, yani günler, bizi yaptı.Ve bu şekilde doğduk biz,yani günlerin çocukları,sorgulayıcılar,yaşamı arayanlar.”2015 yılında ölen Galeano’nun “Ve Günler Yürümeye Başladı” adlı kitabı Mayalara göre Yaradılış’tan bu alıntıyla açılıyor. İnsanlık tarihini tek bir yıl gibi ele alan, 365 günün farklı yüzyıllardan hikâyelerle aktığı müşterek bir günlüğe benziyor kitap. Unutulmasına izin vermediği anları, insanları kaydediyor, hadiseleri birbiriyle ilişkilendiriyor. Mizahı ve şiiri gizli, duru bir dille toplumsal hafızaya kışkırtıcı bir müdahalede bulunuyor.Mesela kendisine yabancılaşan benliğin sesini duyurduğu için günlüklere hayran Virginia Woolf, mesela fideden büyüyen bir ağaç gibi romanlarını günlüklerinden takip ede-bileceğimiz Albert Camus gibi yazarlar dışında, hem yazıyı hem resmi kelimenin tam manasıyla buluşturanların da günlükleri var. Tahiti günlerini yazarak ve resimleyerek kaydeden Gauguin, siyasetten anlamadığını, tarihçilere hürmetini dile getirse de, iç-tenliği sayesinde kişisel serüveni dışında bir sömürge manzarasını da kayda geçirmiş oluyordu. Gauguin’le gelgitli bir ahbaplık yaşayan Van Gogh’un resimli mektupları da, karşısındaki zeytinliklere baka baka kendi içine çöküşünü anlattığı bir günlüğü andı-rıyor. Nihayetinde en kişisel kayıt dahi önünde berisinde, büyük harfli Tarih’le akıyor.“Manzaralar”da, Alman bombardıman uçaklarına engel olmak için İngiliz uçaksavarlarının şehrin tepesinde uçtuğu ve neredeyse herkesin cephede olduğu bir zamanda, Güzel Sanatlar Okulu’ndaki ilk günlerini yazmış John Berger. Her gün iki kâğıt hakkı var. Bedenin gizleri, önemsiz nesnelerin anlattıkları üzerinden “ressamın gözlerinin görsel göçü”yle tanıştığı, hayatı bu göç üzerinden tanıdığı dönem. Desenlerin, özellikle de tek renkli olanların di’li geçmiş zaman kipini barındırdığını söylüyor orada. Şunu duyduğunu söylüyor her birinde: “Ben buna tanık oldum.”
Pınar Öğünç
What are we attesting to? What this age beholds? Was there ever a time segment where being a deponent was not a burden? Few hurriedly pocketed photos, an elementary scho-ol grade report, a halfwritten diary belonging to refugees and immigrants who get this “title” by closing the doors of their houses which they probably will never return, float on the waters of the Aegean Sea, finally reaching the shore.These are facts; they can be found in the unwritten history of the “unidentified”. This is also the history of honorable casualties of incognito wars, or the chronicle of women who are slaughtered by the men who “love” them, or the narrative of the workers who are killed by their bosses that never take the necessary measures to keep them alive. Poverty is everywhere since there is a massive wealth at the other end. A continuously deepening grudge. Destruction of nature by a mindset that selfclaim themselves as the masters of the universe;cities converted by moldering. On the other side, the ones who demonstrate for democracy, justice, and equality, authentically “no names”, are directing laser pointers to police face recognition system behind the barricades, so that they can remain anonymous at their free will. This is real. When these people protest, their names are needed to punish them. As if this is a global state of emergency... Moreover, there are geographic spots to be added to the present day’s landscape, like the state of emergency egress from a metaphor and liberated from “as if”.How can all this happen? Walter Benjamin, who describes history as a wreck, debris, or pillage for the suppressed, claims that being amazed at how all these can happen is a nonviable philosophical point of view and can not take us to a further point. He also prescribes a recipe to exit this culdesac by stating that fascism gets its power from being accepted as a norm: “The tradition of the repressed shows that the ‘state of emergency’ we live in is no exception but a rule. We have to reach an understanding of history, which corresponds to this order. Then, we shall clearly see that it is our mission to fabricate the real state of emergency”.How can that real state of emergency be created? Nameless ones are looking for a way out for this. The definite point is that those ways are propelling us to think as “I witnes-sed this” and to record and convert observance to a meaning which changes the future. There are many ways of documenting. The important thing is, as Benjamin stated, “to comb the fuzz of the history backward”. Lets chip in from the entrance door. “We are not born on the moon, and we are not living at Abraham’s Bosom. We have the happiness and haplessness of belonging to Latin America a stormy part of the world and living a burdensome historical process.” This is how Eduardo Galeano divulged. Happiness and haplessness...What a touching duo. Even if we remunerate the storms he mentions, we are writing and drawing or drawing by writing or still writing by sketching in a geography where he wouldn’t object to our placing us in lieu of Latin America.We perceive that sentence which combines happiness and haplessness differently. We are not born on the moon.
Pınar Öğünç
12 -20 Kasım Tüyap / Umulmadık Topraklar / Genişleyebilir Büyüklük
Arzu Yayıntaş,Nalan Yırtmaç,Güneş Terkol,Neriman Polat,Ayşecan Kurtay,Didem Ünlü,Nur Gürel,Beyza Boynudelik,Arzu Arbak,Işıl Güleçyüz,Füruzan Şimşek,Meliha Sözeri,Ayşegül Sağbaş,Evrim Kavcar
İsimsiz kolaj 24cmx15cm |
KAYIPTA SAKLI-HIDDEN IN LOSS
"Sadece yaşama değil ölüme de, sadece geleceğe değil geçmişe de uzanıyor bakışı. İnsan hayatı ve onuru için sadece yaşamı ve umudu değil, kaybı ve yası da tesis etmek zorunda olduğumuzu hatırlatıyor. Arzu Yayıntaş, Canan, Evrim Kavcar, Fulya Çetin, Nalan Yırtmaç ve Neriman Polat"
In order not to fall from the edge of “loss” into the abysmal void, Arzu Yayıntaş, CANAN, Evrim Kavcar, Fulya Çetin, Nalan Yırtmaç and Neriman Polat have come side by side with the urgency of talking, remembering, telling, sharing and connecting. Knowing what it means to lose someone has brought them together. From tragedies of the past, they have heard both the breath of lives awaiting salvation for centuries and the laments that were never sung for the dead who could not be buried. They found each other under the burden of the banned mournings of people whom no law protects. They are asking, “Why can’t some deaths be mourned as real and significant losses? Why are only certain pains legitimate, only certain losses real? How is it possible that some people are ‘expendable’; they can just be killed?”
“İflah Olmaz” kadınlık üzerine bir sergi ama kadınlığı tanımlamayı ya da bir çerçeveye oturtmayı hedeflemiyor, aksine keskin tanımlamaları sorguluyor. Bu sergi kadın ve erkek arasındaki bildik hikayeyi bozan, üzerine zorla yapıştırılan adları ve kimlikleri silkinip atan kadınlara kadınlık üzerine beraber düşünmeye ve birlikte güçlenmeye bir çağrı.Yeşim Ağaoğlu, Gizem Aksu, Sena Başöz, Deniz Bilgin, Banu Birecikligil, CANAN, Fulya Çetin, Elif Varol Ergen, Nurcan Gündoğan, Gülsün Karamustafa, Ayşegül Özmen, Neriman Polat, Necla Rüzgar, Aydın Teker, Sevil Tunaboylu, Arzu Yayıntaş, Nalan Yırtmaç ve Zulal
“Impenitent” is an exhibition about feminity, but it does not intend to define or put the feminity in a frame, but rather it questions strict characterizations. This exhibition is actually a calling to think about feminity and get stronger together, for women who spoil the usual story of women and men, shake off all those descriptions, names and identities attached to them against their wills.
The exhibition is formed of art works made by women who search for their truths and deny to “Be Penitent.” There are works telling about women who question social gender codes, define feminity over and over again every single day, protect their own freedom and bodies, keep fighting against oppressions and restrictions of the power. In other words, “Impenitent” is an exhibition in which women denying feminity role assigned by male-dominant system and going after their dreams and desires tell about feminity. The exhibition provides an approach that embraces woman’s body, fantasies, dark side, imagination, freedom, fighting spirit, life power, fertility, sexuality and contradictions instead of victimhood./Ark Galeri-Bursa.I did a workshop questioning gender codes.
-
ZAMANA TAKILMAK” ÜZERİNE DÜŞÜNCELER İKİLİ HAREKET Uzay-zamanda bir alan; sonsuz uzam olasılıkları içinde türeyen fiziksel düzlemler; du...