Karşı Sanat is hosting the exhibition "Sympathetic System" organized with the participation of Başak Kaptan, Evrim Kavcar, Nalan Yırtmaç and Neşe Baydar between September 15 - October 15, 2022. The exhibition is curated by Kevser Güler. Sympathetic System exhibition takes its title from the sympathetic nervous system, which is activated in the human body in moments of danger and stress. In moments that require quick thinking and action, this system enables bodily organization, including dilated pupils and improved vision, faster heartbeats and faster blood pumping, increased oxygen capacity of the lungs, slower digestion and energy conservation, and increased muscle strength. The sympathetic system, which prepares the body for a "fight or flight response" to a perceived threat, is a complex combination of biological and psychological responses to survival. Within the exhibition Sympathetic System, Başak Kaptan, Evrim Kavcar, Nalan Yırtmaç and Neşe Baydar present a selection of works they produced during the intense experience of the pandemic period. The pandemic has caused critical transformations in the ways of comprehending and experiencing the surrounding space, not only because of the urgency of the struggle for ecology and climate justice became more visible, but also through the personal and social experiences of closure and restriction of movement for many in societies. This period, in which many injustices and vulnerabilities that cut across the political, economic, class and gender based fault lines of society were experienced in all their intensity, made it necessary to live in prolonged anxiety, uncertainty and subsequent impoverishment, struggling against a constantly perceived threat. Sympathetic System considers the affective state and sense of space created by this social experience, by converging it with the human body's responses to survival. Karşı Sanat , 15 Eylül – 15 Ekim, 2022 tarihleri arasında Başak Kaptan, Evrim Kavcar, Nalan Yırtmaç ve Şive Neşe Baydar’ın katılımıyla düzenlenen sergi “Sempatik Sistem”i ağırlıyor. Serginin küratörlüğü Kevser Güler tarafından üstleniliyor. Sempatik Sistem sergisi adını insan bedeninde tehlike ve stress anlarında aktive olan sempatik sinir sisteminden alır. Hızlı düşünmeyi ve hareket etmeyi gerektiren anlarda, bu sistem bedende gözbebeklerinin büyüyüp görüşün iyileşmesini, kalp atışlarının hızlanıp vücuda daha hızlı kan pompalanmasını, akciğerlerin oksijen kapasitesinin artmasını, sindirim siteminin yavaşlayıp enerji tasarrufunun sağlanmasını ve kas gücünün artmasını da kapsayan bedensel örgütlenmeyi mümkün kılar. Bedeni algıladığı tehdide karşı “savaş ya da kaç tepkisi” için hazırlayan sempatik sistem hayatta kalmaya yönelik biyolojik ve psikolojik yanıtların karmaşık bileşimidir. Başak Kaptan, Evrim Kavcar, Nalan Yırtmaç ve Şive Neşe Baydar, Sempatik Sistem sergisi kapsamında pandemi döneminin yoğun deneyiminde ürettikleri yapıtlardan bir seçkiyi izleyiciye sunuyor. Pandemi, hem ekoloji ve iklim adaleti mücadelesinin aciliyetini şiddetle yeniden hissettirmesi dolayısıyla hem de kişisel ve toplumsal olarak deneyimlenen kapanma ve hareket kısıtlanması tecrübeleri üzerinden, çevreleyen mekanı kavrama ve deneyimleme yollarında kritik dönüşümlere sebep oldu. Toplumun politik, ekonomik, sınıfsal ve cinsiyet politikalarına dayalı fay hatlarını kesen pekçok adaletsizlik ve kırılganlığın tüm şiddetiyle deneyimlendiği bu dönem, uzun süren endişe, belirsizlik ve takip eden yoksullaşma içinde, sürekli algılanan bir tehditle mücadele ederek yaşamayı mecbur kıldı. Sempatik Sistem bu toplumsal deneyimin yarattığı duygu durumunu ve mekan kavrayışını insan vücudunun hayatta kalmaya yönelik cevaplarıyla yakınlaştırarak düşünüyor. Sempatik Sistem, çevreyle ve mekanla ilişki kurma biçimlerine ve kurulan ilişkilerin toplumsal ve politik yanlarına bakmaya davet ederken, mekanın hafıza bağlamında yeniden düşünülmesiyle, mekanı teşkil eden canlı ve cansız öğelerin etki etme ve etkilenme tarzlarıyla, insanın müdahalesinin doğurduğu etik ve estetik sorularla ilgileniyor. Sergi, dönüşen mekan deneyiminin tekil ve çoğul, bireysel ve toplumsal etkilerine eğilerek kamusal alanın ve paylaşılan ortaklıkların güncel olanaklarını tartışmaya açıyor. Duyusal, bedensel ve algısal bakımdan kesintisiz bir tehdit deneyiminin baskısı altındayken, özneler adaleti tartışma ve inşa etme, acil dönüşümü örgütleme, biraradalıklar oluşturma ve birlikte güç kazanma yollarını nasıl örebilir, yeni ortak duyumsama biçimlerini nasıl keşfedebilir? Küratörlüğü Kevser Güler tarafından üstlenilen Sempatik Sistem, 15 Eylül – 15 Ekim, 2022 tarihleri arasında Karşı Sanat’ta ziyaret edilebilecek.
ZAMANA TAKILMAK” ÜZERİNE DÜŞÜNCELER İKİLİ HAREKET

Uzay-zamanda bir alan; sonsuz uzam olasılıkları içinde türeyen fiziksel düzlemler; duyumsadığımız sınırlanmış boşluklar… Mekân üzerine düşünmek genişleyebilecek içeriklerle yüzleşmeyi gerektiriyor. Bu nedenle mekân kavramını çerçeveleyecek “yer” tanımının imtiyazlı özellikleri de yaklaşıma belli bir odak kazandırabilir. Daha özelleşecek bir konumdan bakarak, bizi çevreleyen dünyanın deneyim barındıran mekanlarına odaklanabiliriz. Kabuk, barınak: ev. Bunlar bir evin mahremini içeren duvarlardan veya yukarıyla aşağıyı buluşturan bir üst katın varlığını -çatıya mı yaklaşıyoruz- vaat eden merdivenlerden oluşabilir. İçeriden dışarıya yönelen pencerelerin sunduğu manzara ise görsel bir seyir sunar, öte yandan duvarları yeniden bize hatırlatır; duvarlar, izole olduğumuz bir dışarısı gerçeği, içerinin yer çözümlemesini yeniden anlamlandırır. Kamusala açılan balkonlar ise içerinin korunaklı ortamının da bir parçası olarak, dışarıyla kurulan ilişkide temkinli fakat etkiye açık bir deneyim sunar. Balkon başka evlerin, sokağın ve mahallenin bütüncül algılanmasına perspektifinin izin verdiği ölçüde olanak tanır ve iletişim yolu açar. Mekânı içerisi ve dışarısı olarak ayıran sınırlar, ev kadar otobiyografik göndermeler taşımayan alanlarda başka tahayyüllerin aracısı haline gelir. Zamanını orda geçirme mecburiyeti içindeki bir gözlemci, gündelik hayat ile mekânsal deneyimin kesişim noktalarını imgelemiyle aktarabilir. Buradaki mekân, toplumun yapısına ve yönetimsel araçların yansıması olabilecek işaretlere sahip olduğu gibi, son derece bireysel bir bakışın yaratıcı imkanlarına da açık bir kaynağa dönüşür.Mekansal sınırlamalar, fiziki düz anlamı dışında koruma duygusu gibi kapatılma korkusunu da hatırlatır. Otoriteyle kurulan ilişkinin (bu ilişki bir iç ses ya da kitleleri etkileyen dış ses de olabilir) buyurgan ve cezalandırıcı etkisi mekanı çıkışsız kılar ya da koşullu ve kontrollü giriş çıkışların olduğu bir düzeni dayatır. Betimlenen yer bir hapishane ya da hastane değil, aksine doğrudan anlaşılmayacak şekilde gündelik hayatımızın içine sızan sıkıntı mekanlarıdır. Bu durum yalnızca içeri ve dışarı ile ilgili bedenin eylemselliğini kapsamaz. Anlamlandırma arayışındaki duygu ve düşünce dünyamızda da yankılanır. Mekân duyusallıkla deneyimlenirken sıkışmışlık içindeki zihin ve beden, nesneler dünyası içinde yeni ilişkiler kurarak yüzeylerin, formların ve dokuların kullanım amacı dışındaki varoluşsal olanaklarıyla ilgilenebilir. Öte yandan kamusala açılma, içinde yaşadığımız yerin çevresel düzenini görmemizi sağlar. Bir kentin yıllar içindeki değişimi ve dönüşümü, bedenlerin yerle kurduğu ilişki akla gelen ilk karşılaşmalar olabilir. Dışarısı, kent mekânı olarak, yerin (mahalle, coğrafya, yurt), yer değişikliğinin ve yerinden edilmişliğin göstergeleriyle örülüdür. Aynı zamanda dışarısı, orada yaşayan paydaşların eylemlilik içinde olduğu toplumsal ve politik bir alandır da. Otoritenin ve özgürlük duygusunun çatışmacı işaretleri yine kamusalda açığa çıkar. Ara alanları içeri ve dışarıyla ilişkili iletişim imkânı tanıyan yerler olarak düşünürsek, bir sokağı veya avluyu paylaşanların kesiştiği noktalar ya da eşikler farklı diyalog yollarının habercisi olur. Komşuluk, bu durumda bireysel veya lokal olanın paylaşıldığı bir girişim olarak görülebilir. Tekil ve çoğul deneyimi buluşturan bu mekanların kamusal alanla kesişim noktası, dışarıya açılan bir iletişim olanağı üzerine durmamızı sağlar.

 Ezgi Yakın İzmir- 2021

İsim,şehir,bitki,hayvan / Depo 2019

''Yürüyen günler, fırtınalı zamanlar Uruguaylı yazar, gazeteci Eduardo Galeano aslında ressam olmak istermiş. “Otoportesini” yazmaya, gözlerini kapatıp “göremediği” hiçbir duyguyu, fikri anlatamadığından başlamıştı. Edebiyat külliyatını özetler gibi “Sanırım ben çizerek yazıyorum” diyordu. Bunu, tevazuyla kafi bulmadığı resim kabiliyetine bağlasa da, onu biricik kılan yazı evreni belki biraz da bu sayede biçimlenmişti.Kurmacayla hakikat, masalla ansiklopedi maddesi, şiirle gazete haberi, yazıyla resim arasında gezinen bu kalemle mümkün olmuştu nevi şahsına münhasır tarih yazıcılığı. Düzenin adaletsizliğini, eşitsizliğini, hayatın çirkefini lafını esirgemeden haykırırken, aynı anda insanları, hayatı sevmeye ve değiştirmeye dair böylesine inanç verebilmesinin sihri buydu belki de. Galeano, çizerek yazdıklarıyla okuyanı koca insanlık tarihinin içine oturtuyor, bunun manasını ve mesuliyetini kavramanın coşkusuyla baş başa bırakıyordu.“Ve günler yürümeye başladı.Ve onlar, yani günler, bizi yaptı.Ve bu şekilde doğduk biz,yani günlerin çocukları,sorgulayıcılar,yaşamı arayanlar.”2015 yılında ölen Galeano’nun “Ve Günler Yürümeye Başladı” adlı kitabı Mayalara göre Yaradılış’tan bu alıntıyla açılıyor. İnsanlık tarihini tek bir yıl gibi ele alan, 365 günün farklı yüzyıllardan hikâyelerle aktığı müşterek bir günlüğe benziyor kitap. Unutulmasına izin vermediği anları, insanları kaydediyor, hadiseleri birbiriyle ilişkilendiriyor. Mizahı ve şiiri gizli, duru bir dille toplumsal hafızaya kışkırtıcı bir müdahalede bulunuyor.Mesela kendisine yabancılaşan benliğin sesini duyurduğu için günlüklere hayran Virginia Woolf, mesela fideden büyüyen bir ağaç gibi romanlarını günlüklerinden takip ede-bileceğimiz Albert Camus gibi yazarlar dışında, hem yazıyı hem resmi kelimenin tam manasıyla buluşturanların da günlükleri var. Tahiti günlerini yazarak ve resimleyerek kaydeden Gauguin, siyasetten anlamadığını, tarihçilere hürmetini dile getirse de, iç-tenliği sayesinde kişisel serüveni dışında bir sömürge manzarasını da kayda geçirmiş oluyordu. Gauguin’le gelgitli bir ahbaplık yaşayan Van Gogh’un resimli mektupları da, karşısındaki zeytinliklere baka baka kendi içine çöküşünü anlattığı bir günlüğü andı-rıyor. Nihayetinde en kişisel kayıt dahi önünde berisinde, büyük harfli Tarih’le akıyor.“Manzaralar”da, Alman bombardıman uçaklarına engel olmak için İngiliz uçaksavarlarının şehrin tepesinde uçtuğu ve neredeyse herkesin cephede olduğu bir zamanda, Güzel Sanatlar Okulu’ndaki ilk günlerini yazmış John Berger. Her gün iki kâğıt hakkı var. Bedenin gizleri, önemsiz nesnelerin anlattıkları üzerinden “ressamın gözlerinin görsel göçü”yle tanıştığı, hayatı bu göç üzerinden tanıdığı dönem. Desenlerin, özellikle de tek renkli olanların di’li geçmiş zaman kipini barındırdığını söylüyor orada. Şunu duyduğunu söylüyor her birinde: “Ben buna tanık oldum.”
Biz neye tanık oluyoruz? Bu çağ bizi nelere tanık ediyor? Tanıklığın ağır olmadığı bir zaman dilimi var mıydı acaba? Muhtemelen bir daha asla dönemeyecekleri evlerinin kapılarını çekmeleriyle “göçmen”e, “mülteci”ye dönüşenlerin, alelacele ceplerine tıkıştırdıkları bir-iki fotoğraf, bir ilkokul karnesi, ancak yarısı dolu bir günlük, Ege’nin sularında yüzüyor yüzüyor, sonra kıyılara vuruyor. Bunlar yaşandı; “isimsizlerin” yazılmamış tarihinde var hepsi. Kılık değiştirmiş savaşlarda şanlı zayiat kabul edilenlerin ya da onları “seven” erkekler tarafından katledilen isimsiz kadınların ya da onları sağ tutacak önlemleri almayan patronları tarafından öldürülen isimsiz işçilerin tarihi bu aynı zamanda. Her yanda bir büyük yoksulluk, çünkü diğer uçta bir büyük zenginlik var. Gittikçe derinleşen bir yarık. Kendini gezegenin efendisi bilmiş zihniyetin gittikçe daha da küstahlaşan doğa talanı, ufalayarak dönüşen şehirler. Diğer yandan demokrasi, adalet, eşitlik için sokağa çıkanlar, aslen isimsizler, bu kez kendi istekleriyle isimsiz kalabilmek için, polisin yüz okuma sistemine lazer tutuyor barikatların arkasından.Bu da oluyor.Ancak itiraz ettiklerinde, cezalandırılmak için isimlerine ihtiyaç var. Küresel bir “olağanüstü hal” sanki. Kaldı ki bugünün manzara resmine eklenecek bir de coğrafyaya mahsus lekeler var. Bu ülkede son üç-dört yıla yayılan,metafordan çıkmış,“sanki”den kurtulmuş olağanüstü hal gibi.Bütün bunlar nasıl mümkün olabiliyor? Tarihi ezilenler açısından bir enkaz, bir yıkıntılar yığını, bir talan alanı olarak tarif eden Walter Benjamin, bütün bunların nasıl hâlâ mümkün olabildiğine şaşırmanın felsefi bir bakış açısı olmadığını, bizi hiçbir yere götüremeyeceğini yazıyor. Faşizmin gücünü, norm olarak kabulünden aldığını söyleyerek bu çıkmaz sokaktan kurtulmanın yolunu da tarif ediyor: “Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hal’ istisna değil kuraldır. Buna denk düşen bir tarih anlayışına ulaşmak zorundayız. O zaman açıkça göreceğiz ki, gerçek olağanüstü hali yaratmak bize düşen görevdir.”O gerçek olağanüstü hal nasıl yaratılır? İsimsizler onun da yollarını arıyor. Şu kesin ki o yollar bizi “Ben buna tanık oldum” diye düşünmeye, kaydetmeye, şahitliği geleceği dönüştürecek bir anlama kavuşturmaya itiyor. Kaydetmenin türlü türlü yolu var. Önemli olan Benjamin’in dediği gibi “tarihin havını tersine taramak”.Lafa girdiğimiz kapıdan çıkalım. “Ayda doğmadık, göğün yedinci katında yaşamıyoruz. Dünyanın fırtınalı bir bölgesinde, Latin Amerika’ya ait olmanın ve zorlu geçen bir tarihsel süreci yaşamanın mutluluğuna ve talihsizliğine sahibiz.” Böyle yazmış Eduardo Galeano. Mutluluk ve talihsizlik... Ne dokunaklı bir ikili. Söz ettiği fırtınaların hakkını versek de, aynı cümleye Latin Amerika yerine koymamıza onun da pek itiraz etmeyeceği bir coğrafyada yazıyoruz, çiziyoruz, yazarak çiziyor ya da çizerek yazıyoruz. Mutluluk ve talihsizliği buluşturan o cümleyi başka türlü anlıyoruz. Ayda doğmadık.''
Pınar Öğünç

What are we attesting to? What this age beholds? Was there ever a time segment where being a deponent was not a burden? Few hurriedly pocketed photos, an elementary scho-ol grade report, a halfwritten diary belonging to refugees and immigrants who get this “title” by closing the doors of their houses which they probably will never return, float on the waters of the Aegean Sea, finally reaching the shore.These are facts; they can be found in the unwritten history of the “unidentified”. This is also the history of honorable casualties of incognito wars, or the chronicle of women who are slaughtered by the men who “love” them, or the narrative of the workers who are killed by their bosses that never take the necessary measures to keep them alive. Poverty is everywhere since there is a massive wealth at the other end. A continuously deepening grudge. Destruction of nature by a mindset that selfclaim themselves as the masters of the universe;cities converted by moldering. On the other side, the ones who demonstrate for democracy, justice, and equality, authentically “no names”, are directing laser pointers to police face recognition system behind the barricades, so that they can remain anonymous at their free will. This is real. When these people protest, their names are needed to punish them. As if this is a global state of emergency... Moreover, there are geographic spots to be added to the present day’s landscape, like the state of emergency egress from a metaphor and liberated from “as if”.How can all this happen? Walter Benjamin, who describes history as a wreck, debris, or pillage for the suppressed, claims that being amazed at how all these can happen is a nonviable philosophical point of view and can not take us to a further point. He also prescribes a recipe to exit this culdesac by stating that fascism gets its power from being accepted as a norm: “The tradition of the repressed shows that the ‘state of emergency’ we live in is no exception but a rule. We have to reach an understanding of history, which corresponds to this order. Then, we shall clearly see that it is our mission to fabricate the real state of emergency”.How can that real state of emergency be created? Nameless ones are looking for a way out for this. The definite point is that those ways are propelling us to think as “I witnes-sed this” and to record and convert observance to a meaning which changes the future. There are many ways of documenting. The important thing is, as Benjamin stated, “to comb the fuzz of the history backward”. Lets chip in from the entrance door. “We are not born on the moon, and we are not living at Abraham’s Bosom. We have the happiness and haplessness of belonging to Latin America a stormy part of the world and living a burdensome historical process.” This is how Eduardo Galeano divulged. Happiness and haplessness...What a touching duo. Even if we remunerate the storms he mentions, we are writing and drawing or drawing by writing or still writing by sketching in a geography where he wouldn’t object to our placing us in lieu of Latin America.We perceive that sentence which combines happiness and haplessness differently. We are not born on the moon.
Pınar Öğünç




BB8


 curators:Beral Madra & Razvan Ion 

artist residency program Ratresidencias RAT/ mexico city 2017

12 -20 Kasım Tüyap / Umulmadık Topraklar / Genişleyebilir Büyüklük

13 Kasım Fanzin Atölyesi -Tüyap
Atölye katılımcıları: S.Sinan Göknur, Bengü Karaduman, Eva Hanidis, Sarkis Paçacı, Nazan Azeri, Sevil Tunaboylu, Uğur Çolak, Eda Yiğit, Ferah Doğan , Ece Özgül, Zura Abashitze, Sıla Zeren, Elena Kerdikoshvili, Şadiye Bilici, İrem Karataş. Göç üzerine bir çalışma.



“Umulmadık olanı” düşünürken, Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’nde yazdığı Algının Beklentileri başlığındaki bölümü düşündüm. 
“Kant orada bize zamanın ve mekanın genişleyebilir büyüklüklerden olduklarını söylüyor. Genişleyebilir büyüklük ne demektir? O kadar da karışık değil. Genişleyebilir büyüklük, Latince “partes extra partes” parçaların art arda eklenmesiyle elde edilebilen büyüklük demektir – öyle ki, her nicelik aynı zamanda hem birlik hem de çokluk olduğundan –mesela şu yirmi metre uzunluğundadır dediğinizde, bu bir çokluğun birliğidir. Genişleyebilir ya da yaygın büyüklüğü şöyle tanımlamalısınız: Çoğulluk parçaların bir bütün halinde toplanmalarına gönderir. Yaygın büyüklük işte böyle bir şeydir. Ama işte zaman da tam böyle bir şeydir. Bir dakika, bir dakika daha, sonra yine bir dakika daha, ve sonra dersiniz ki, hah tamam, işte bir saat geçti. Parçaların birbirini takip edişini bir bütün halindeki toplamda görüyorsunuz: Bir saat.” Hem bir hem çok olabilmenin zarafetiyle…
Arzu Yayıntaş,Nalan Yırtmaç,Güneş Terkol,Neriman Polat,Ayşecan Kurtay,Didem Ünlü,Nur Gürel,Beyza Boynudelik,Arzu Arbak,Işıl Güleçyüz,Füruzan Şimşek,Meliha Sözeri,Ayşegül Sağbaş,
Evrim Kavcar



İsimsiz kolaj 24cmx15cm

KAYIPTA SAKLI-HIDDEN IN LOSS


 "Sadece yaşama değil ölüme de, sadece geleceğe değil geçmişe de uzanıyor bakışı. İnsan hayatı ve onuru için sadece yaşamı ve umudu değil, kaybı ve yası da tesis etmek zorunda olduğumuzu hatırlatıyor. Arzu Yayıntaş, Canan, Evrim Kavcar, Fulya Çetin, Nalan Yırtmaç ve Neriman Polat"
“Hidden in Loss” is an exhibition about staying alive. It has vital concerns about being able to breathe in the atmosphere of organized evil that has descended upon us; that is choking us. Its gaze extends not only to life but also to death, not only to the future but also the past. It reminds us that for human life and dignity we must institute not just life and hope but also loss and mourning. It reserves, despite everything, the hope for a life where those who have been mourning for centuries, and those who have not been allowed to mourn, and those who refuse to mourn can come together, that is, it reserves the hope for peace.
In order not to fall from the edge of “loss” into the abysmal void, Arzu Yayıntaş, CANAN, Evrim Kavcar, Fulya Çetin, Nalan Yırtmaç and Neriman Polat have come side by side with the urgency of talking, remembering, telling, sharing and connecting. Knowing what it means to lose someone has brought them together. From tragedies of the past, they have heard both the breath of lives awaiting salvation for centuries and the laments that were never sung for the dead who could not be buried. They found each other under the burden of the banned mournings of people whom no law protects. They are asking, “Why can’t some deaths be mourned as real and significant losses? Why are only certain pains legitimate, only certain losses real? How is it possible that some people are ‘expendable’; they can just be killed?”
Six women are talking about faces lost and gone, memories, places, nature, innocence and conscience. Looking for something hidden in the loss. They are asking each other what it is that we lose and acquire with each loss, how losses change us forever. Yes, they are talking about those who are no longer alive, cannot be named, represented, comprehended, conveyed, and therefore irredeemable. Yet their eternal absence sets the limits of finite existence. For those who survive, pain and meaning and hope all breathe in the nooks of “loss”.Ezgi Bakçay
                                                      

 IFLAH OLMAZ -IMPENITENT  
 
“İflah Olmaz” kadınlık üzerine bir sergi ama kadınlığı tanımlamayı ya da bir çerçeveye oturtmayı hedeflemiyor, aksine keskin tanımlamaları sorguluyor. Bu sergi kadın ve erkek arasındaki bildik hikayeyi bozan, üzerine zorla yapıştırılan adları ve kimlikleri silkinip atan kadınlara kadınlık üzerine beraber düşünmeye ve birlikte güçlenmeye bir çağrı.
Yeşim Ağaoğlu, Gizem Aksu, Sena Başöz, Deniz Bilgin, Banu Birecikligil, CANAN, Fulya Çetin, Elif Varol Ergen, Nurcan Gündoğan, Gülsün Karamustafa, Ayşegül Özmen, Neriman Polat, Necla Rüzgar, Aydın Teker, Sevil Tunaboylu, Arzu Yayıntaş, Nalan Yırtmaç ve Zulal
 “Impenitent” is an exhibition about feminity, but it does not intend to define or put the feminity in a frame, but rather it questions strict characterizations. This exhibition is actually a calling to think about feminity and get stronger together, for women who spoil the usual story of women and men, shake off all those descriptions, names and identities attached to them against their wills.
The exhibition is formed of art works made by women who search for their truths and deny to “Be Penitent.” There are works telling about women who question social gender codes, define feminity over and over again every single day, protect their own freedom and bodies, keep fighting against oppressions and restrictions of the power. In other words, “Impenitent” is an exhibition in which women denying feminity role assigned by male-dominant system and going after their dreams and desires tell about feminity. The exhibition provides an approach that embraces woman’s body, fantasies, dark side, imagination, freedom, fighting spirit, life power, fertility, sexuality and contradictions instead of victimhood./Ark Galeri-
Bursa.I did a workshop  questioning gender codes.


UYKUSUZLAR ATLASI 
Halka Sanat Projesi’nin Moda’da bulunan galeri mekanı  uyku kavramından hareketle yaşadığımız tarihte ve coğrafyada üzerinde durup, düşünülmesi gereken uyku metaforları üzerine yoğunlaşıyor.İpek Çankaya’nın kavramsal çerçevesini oluşturduğu Uykusuzlar Atlası’nın araştırdığı biraz da uykularda geçen zamanın ya da uyuyamama halinin insanı başka duygu durumlarından, başka buluşmalardan, başka ruhsal ve zihinsel arayışlardan alıkoyup koymadığı ve uykusuzların hangi uğraşlara dalıp uykulara direndikleri gibi soruların yanıtları. Bu araştırmalar izleyiciye video, resim, yerleştirme, heykel ve fotoğraf gibi araçlarla aktarılıyor.
Niyazi Selçuk, Neriman Polat, Orhan Cem Çetin, Seçil Yersel, Doğu Çankaya, Sezgi Abalı, Şafak Şule Kemancı, İskender Giray, Mert Öztekin, Sevil Tunaboylu, Nalan Yırtmaç, Fulya Çetin, Gümüş Özdeş, Yasemin Nur Erkalır, Ekin İdiman ve Neşe Şahin